Erzurum radyosu

Erzurum radyosu

04-11-2018 23:52 / Bu xəbər 2009 dəfə oxundu

Sınırlar sadece ülkeleri değil, insanları da ayırır. Yüreğinin tam ortasından hem de… 

***

1930-ların iptidası…

Mimarî tasarımını Slav oğlu Rusun yaptığı Sovyet adlı devlet-i nev-civan, yeni bir nizam kurma telâşında… Batıya, namı diğer vahşi kapitalizme alternatif olacak bu nizam. Daha âdil, daha usturuplu, daha insancıl olacak… Liyakat esas alınacak bu yeni düzende, önemli görevlere komünizme iman getirenler atanacak yani. Dikkat edile! Artık iyelik eki kullanılmayacak, sahiplik belirtilmeyecek! "Benim” yok, mülkiyet iptal, sermaye toptan yasak. Tanrı mı? O hiç olmadı zaten. Hemen afyonu piyasadan çekiyor, patronu da buz çölü Sibirya’ya sürüyoruz. Haydi, yoldaşlar, değiştirin amentünüzü! Şimden gerü hepiniz devletin kulusunuz!

Rus hiçbir zaman Batı’yı kabullenmedi zaten, düşman belledi kendine. Rakibini kaba kuvvetle yendi her defasında, kuzey pençesi atıp dize getirdi ama ince işlere gelince afalladı, ulaşamadı onun muasır seviyesine. Bu yüzden içinde bir ukde kaldı hep. Nasırlaşmış bir yara, kronik bir illet... Dostoyevski bundan dolayı aforoz etti Turgenyev’i. Slav ruhuna yabancısın, Batı hayranı bir mankurtsun, dedi, dışladı. Zahirdeki ihtişamına, azametine rağmen derununda keder var Slav ruhunun, hüzün var. İşte Rus’un bütün derdi tasası, hiçbir zaman sevemediği, içten içe kıskanıp düşman gördüğü Batı’dan farklı bir çizgi tutturmak. Sovyet de, sosyalizm de bunun bariz bir tezahürü.

Düşmansız nizam olur mu hiç! Bu yeni nizamın dışarıda olduğu gibi içeride de düşmanları az değil tabii. Kimler yok ki… Emperyalizme kuyruksallayanlar, Burjuva elbisesini soyunmayanlar, tarihin çöplüğünde eşinenler, fizikötesinden medet umanlar, "kızılları” sevmeyenler, komünizme buğzedenler… 
Kalplerine girin, tespit edin, bulun onları. Acımayın, sürün Sibirya’ya, ayılara yedirin… Bu kutsal yola taş koyan, bedelini başıyla öder. Tek yol, komünizm! Huzur sosyalizmde! Mutlak hakikat, diyalektik materyalizmdir!
* * * 
Selim Çilingirov, Cengiz Dağcı’nın O Topraklar Bizimdi adlı muhteşem romanının başkahramanı. Kendi tanımıyla iki parçadan ibaret bir insan… Biri Selim, öteki Çilingirov. Selim, Kırım’ın Çukurca köyünden muhafazakâr bir Tatar; Çilingirov, yeni devlete çalışan ve istikbal vadeden çiçeği burnunda bir komünist. 1930’lı yıllar. Çukurca köyünde, Hasan gibi kızılları sevmeyen, yeni düzene burun kıvıran "hain” köylüler var. Çilingirov, komünizm aleyhinde propaganda yapan Hasanları tespit ve ihbar etsin diye Çukurca’ya, kendi köyüne gönderilir. Selim’le Çilingirov’un iç çatışması böyle başlar işte… Devamını merak edenler, bir zahmet romanı okusun. 
* * *
Türkiye'nin doğu sınırı nihaî şeklini, Gümrü ve Moskova’dan sonra Kars antlaşmasıyla alır. Gümrü’ye kadar uzanan sınır hattındaki Türk köyleri, SSCB’ye, bugünkü Ermenistan’a terk edilir. Neticede Gümrü vilâyeti de Batum ve Ahıska gibi gurbet illerde kalır, rakibe yâr olur.

Dedem bir roman kahramanı değil fakat hayat hikâyesi Selim Çilingirov’un hikâyesine benziyor. 
1930’lu yılların ilk yarısı… 
O da Selim gibi çiçeği burnunda bir devlet memuru, bir polis. O da kendi köyüne "hainleri” derdest etmesi için gönderilir. Bu "hainler” dedemin kendi eşi, dostu, akrabası… Ne zor bir durum! Onları götürüp devlete teslim etse vicdan azabı, etmese idam sehpası, en iyi ihtimal Sibirya yolcusu… Yukarısı bıyık, aşağısı sakal… Tek çıkar yol, "hainlerle” bir olup Türkiye’ye geçmek… 
Hudut yakın ama orada eli silahlı askerler var. Sınırı geçmek zor… Daha önce geçenler olmuş, geçmek isterken vurulanlar olmuş. Her tarafı pis bir değnek... Tutabilirsen tut kelin perçeminden…

Dedem Kars'ın Rus tarafında kalan bölgesinden bu tarafa kaçtığı sırada, henüz yirmisini görmemiş çocuk ninem, anneme hâmileymiş. Kadıncağız çıkmamış kocasıyla yola. Korkmuş. "Sana mı kaldı yiğitlik, fedakârlık, devlete kafa tutmak, a boyu devrilesice! İş açtın başımıza gördün mü? Şimdi nereye gideceğin, ne yapacağın belli değil. Meçhule yelken açamam seninle beyim, kusura bakma. Hâmile hâlimle ata falan binemem, annemden babamdan ayrı kalamam. Hele sen bir git kurtul, elbet yatışır ortalık, sınırda kurşun yemezsen belki dönersin bir gün” diye çıkışmış. Sonra da ağlamış, sızlamış…

Dedem ve beraberindeki birkaç atlı, gecenin zifiri karanlığını fırsat bilerek sınırı geçmeyi başarmış, sonra havaya beş el ateş edip köyde kalanlara "sağ salim geçtik” mesajı yollamışlar. Köyde kalanlar silah sesini duyup sevinç ve üzüntü karışımı bir duyguya gark olmuşlar…

Sonra savaş çıkmış. Geri dönememiş dedem haliyle, uzunca bir yol gelip Sivas'a yerleşmiş. Hayatın keşmekeşine karışmış. Evlenip evladüıyal sahibi olmuş ama gözü yollarda, aklı köyünde, geride bıraktığı eşinde ve doğacak çocuğunda kalmış. Acısını içine gömerek yaşamaya devam etmiş. Yaşamış, yaşamış sonra da hayata veda etmek zorunda kalmış her canlı gibi. Öldükten sonra da içindeki acılar mezarlığıyla beraber Sivas'a tepeden bakan Yukarı Tekke mezarlığına taşınmış...

Hayat bir sırat köprüsü, kıldan ince kılıçtan keskince... Babası Türkiye’ye geçtikten altı ay sonra doğmuş annem, çıkmış hayat yoluna, başlamış son durağa doğru yürümeye... Birkaç yıl geçmiş, asırlara bedel birkaç yıl... Dedemden umut kesilince ninemi başkasıyla evlendirmişler. Amcası himayesine almış annemi. Felaketlere sebep olacak ikinci cihan harbi başlamış. Korkunç yıllar, zor zamanlar… Köydeki gençleri kamyon kasalarına doldurup savaşa götürmüşler. Amca da ağabeyini hain ilan eden devleti savunmak için asker olup harbe gitmiş. Yaralanmış bir süre sonra, arka cephede bir kente, bir hastaneye getirmişler. Dede tutmuş torununun elinden, çıkmış yola. Trene binmişler. Uzun bir yol gitmişler. Yaralı askeri bulup geçmiş olsun demişler. Gözlerinden öpüp geri dönmüşler. Dönerken onu bir daha göremeyeceklerini düşünmemişler. Asker tedavi olup tekrar gitmiş savaşa. Gidiş o gidiş, daha da dönmemiş, kara haberi bile gelmemiş. Dede himayesinde büyümüş annem. Dağ gibi güçlü, umman gibi derin bir dede. Sabırdan bir heykel adeta… Ölüm onu da devirmiş ama. Kaderi küsmüş anneme. Varını yoğunu almış elinden. Yetim bırakmış. Şartlar kötü, himaye zayıf. Vakit kaybetmeden, çabucak büyümüş annem. Çocukluğunu yaşayamadan, sevgiye doymadan…

Dünyayı kasıp kavuran büyük harp bitmiş. Galip Stalin, Türkiye sınırında bu kadar Türk fazla, bir kısmını Azerbaycan'a postalayın, demiş. 1948’de göç başlamış, 1953’e kadar devam etmiş. 100 bin Türk, Sovyet’e bağlı Ermenistan’dan Sovyet’e bağlı Azerbaycan’a tehcir edilmiş. Annem teyzesinin yanında, göç kervanında, Gence yakınlarındaki ilçeye gelmiş, orayı mesken tutmuş. Biraz daha büyümüş, boylu poslu bir güzel olmuş, sonra kocaya varmış, çoluk çocuğa karışmış…

1960’lar… 
Sovyet’in durumu iç açıcı değil. Hava puslu, Sovyet düşünceli... Murat edilen tablo çizilememiş, yeni düzen randımanlı olamamış. Çıta mı yüksekti, sistemde mi arıza vardı, vatman mı ehil değildi? Hangisi acaba? Haydi, çareler düşünün, çözüm bulun hemen! Devlet büyükleri, "sosyalizmin hiçbir suçu yok, kitapta her şey dört dörtlük, Stalin kötüydü, kabahat ondaydı” fikrinde karar kıldılar. Stalin’e küfretmek caiz oldu. Arkasından verip veriştirdiler muzafferin. Hain ilan edeni, hain ilan ettiler. Heykellerini yıktılar. Paralardan resmini sildiler. 
"Perestroyka da mı yapsak yoksa? Glasnost falan? Perestroyka henüz erken, o kadar ölmedik daha. Sona bırakalım onu. Şimdilik hafif bir onarım, ince bir rötuş yapalım, azıcık gevşeyelim yeter” dediler. Meltem rüzgârları esmeye başladı. Ülkeye nispi de olsa bir ferahlık, bir rahatlama geldi. Dışarıdan gelen mektuplara içeri giriş izni verildi.

1965 yılı. Huduttaki metruk köye bir mektup gelir Sivas’tan... 
Annem bir gün kalkıp köyde kalan yakınlarını ziyarete gider. Mektuptan dört yıl sonra, ya da beş... Muhacir olarak ayrıldığı köye misafir olarak dönüyor. Uzun bir aradan sonra… Türkiye’den mektup alanlar olmuş sağda solda. Annem bunu duymuş anlaşılan. Belki de akraba ziyareti bahane, belki köye bir haber gelmiştir, bir zarf ulaşmıştır diye gidiyor… Yaşlı bir adam çıkar annemin karşısına, tanır annemi, hoş geldin der. Sonra da titrek elleriyle bir zarf uzatır, "uzaklardan geldi bu zarf, senin baban gönderdi” der. O da şaşırır önce, eli ayağına dolaşır heyecandan, sonra sevinir tabii, kutsal bir emanet gibi alıp öper sararmış zarfı, koynuna koyup Gence’ye getirir…

Biri NATO üyesi Sivas’ta, diğeri Varşova Paktı mensubu Gence’de… Kavuşma umuduyla çırpınan iki hasret yürek, birbirini görmeden mektuplaşır yirmi yıl. Evet, yanlış duymadınız, tam yirmi yıl! Sivas’tan yola çıkan bir mektubun Gence’ye ulaştığı en kısa süre, yirmi gün. Daha tezi yok, hiç olmadı. İki üç ayda ulaşabilen tembel nâmeler da çıkardı. Gence’den Sivas’a giden mektuplar da keza. Mektupları okuyup yazmak da kolay değildi. Sivas cenahı, Kiril alfabesiyle gönderilen ilk mektubu okumakta zorlanmıştı. Bize de Lâtin alfabeli mektupları okumak zor geliyordu. Bakü’de işi bilen uzmanlar vardı. Babam her defasında Bakü’ye gider, onlardan yardım alırdı para karşılığında. Dönemin şartları icabı yüz yüze görüşmek çok zordu, imkânsız gibi bir şeydi. İki üç kez vuslat için girişimde bulunuldu yine de, yüklü miktarda masraf yapıldı. Fakat bu teşebbüsler buzdağına çarptı her defasında, akamete uğradı. Parlamadan sönüverdi umut kıvılcımları. 
Ne zannediyorsunuz? Kolay mı demir perdeyi açmak!

Son beşik altın kaşık Mehdi-i zaman zuhur eder nihayet, Lâtin alfabesini çözer, Sivas’tan gelen mektupları okur, cevaplar yazar. Büyüklerin Bakülere gitmesine gerek kalmaz. Mektup işi külfet olmaktan çıkar. Dahası var, durun hele. Çocuk kalbi, annenin üzüntülerine ortak olur. Teselli eder validesini yıllarca. Gözyaşlarını siler, ümit verir ona, umut olur, yâren olur, dost olur…

Mehdi’nin himmetleriyle Sovyet de mezarı boylar sonunda. Stalin’in çelik heykelleri gibi o da tepetaklak olur. Tarihin tozlu raflarına kaldırılır, gömülür karanlık toprağın bağrına. Vasiyetine de içtenlikle amel edilir kâfirin. Ağıt yakılmaz arkasından, dua okunmaz…

Tılsım bozulur nihayet, gelir vuslat zamanı... 
Yıl 1991. 
Sürgüler çekilir, açılır cümle demir kapılar ama hâlâ kolay değil geliş gidişler. Sivas’tan davetiye gelmeli adınıza. Bir ay misafir edeceğiz diye yeminli taahhütler gönderilmeli. Bir sürü evrak, prosedür, resmî işlemler… Bu badireler de aşılır. Anne ödüllendirir havarisini, son beşiğini. Elinden tutup çıkar Sivas yollarına. Ufukta parlayan vuslat ışıklarıdır.

Gence, Tiflis, Batum, Trabzon, Gümüşhane, Erzincan ve işte Sivas.

Herkes orada, bir kişi hâriç. Annem babasını göremez dünya gözüyle. Dayanamamış vefasız adam, meğer altı ay önce veda etmiş dâr-ı dünyaya. Yine altı ay. Vuslat kaldı kıyamete.
Sivas’tan mektup geldiği zamanlar bizim evde bayram havası eserdi. Fotoğraf da var mı zarfın içinde, kartpostal göndermişler mi? Zarflar öyle alelacele açılmazdı, bir mezamire dokunur gibi önce dışından usulca kontrol edilir, sonra koklanır, hatta öpülür sonra açılırdı.

Bizim Türkiye’ye açılan iki kapımız vardı: Mektuplar ve bir de sadece gecenin kuytu makamında duyulabilen kısık sesli Erzurum radyosu. Eski radyoları bilir misiniz siz? Gerçek radyo onlardı işte. Sağında yuvarlak bir düğmesi olurdu. Onu çevirdikçe ortadaki kırmızıçizgi, ekranda yazılan şehirlerin üzerinden tek tek geçiyor, acayip sesler çıkararak sizi meçhul bir labirentine sokuyordu. Vahşi bir ormanı andıran o yabancı seslerin arasından tanıdık ve sıcak bir dil bulmak ne kadar zordu biliyor musunuz? Ama annem bulmuştu işte. Erzurum radyosunu keşfetmişti. Gecenin bir yarısı üşenmeden kalkıp düğmeyi çeviriyor, kırmızıçizgiyi usulca sesi net alabilecek noktaya getiriyor, yakaladığı türküyü heyecanla dinlemeye çalışıyordu. Dinledikçe çocuk gibi seviniyor, sanki babamın sesini duyuyorum, diyordu. Bazı geceler, kıyamadığı oğlunu da uyandırır, gel oğlum sen de dinle, derdi. Ben de uykulu gözlerle anneme eşlik eder, dalganın seyrine göre yakalayabildiğim kelimeleri anlamaya çalışırdım. Daha çok İzzet çıkardı o radyoda. Annem de bir tek onu tanır, bir tek onu severdi. Annemin hatırı için ben de sevdim onu ama keşke dile getirmeseydim. 
"Haydi, oğlum, kalk, İzzet çıktı!” 
En fazla beş altı dakika dinleyebiliyorduk zaten. Dalganın getirebildiği, kaderin tensip buyurduğu kadar…

Annemin kulağı radyoda, gözü yollarda, uzaklarda… 
Yıllar böyle gelip geçti işte...

Sonra ben de büyüdüm. Üniversite okumak için İstanbul’a geldim. Bizi Cevizlibağ’daki Atatürk Öğrenci Yurdu’nun ücra ve fakir odalarına yerleştirdiler. Bir süre geçti, kısa bir süre ama. Bir gün yurdun bahçesine otobüsler dizildi. Haydi, sizi konsere götürüyoruz, dediler. Hepsi bir boy ve bir yaşta bir sürü Kazak, Kırgız, Özbek, Türkmen ve bizler bindik otobüslere, gittik Abdi İpekçi spor salonuna. Tribünler tıka basa dolmuş, sahnenin gerisinde de korumalar sıralanmıştı. Onların koruma olduğunu sonradan anladım ben. Biz Sovyet terbiyesi almış çocuklardık, bizde sanatçıyı yakından görme, koşup ona sarılma geleneği yoktu. Biz sanatçıları televizyonda görür, radyodan dinlerdik ancak.

Sahneye meşhur sanatçılar çıktı peş peşe. O yılların meşhur bayan sanatçıları… Emel rüzgârları eserdi o sırada, her tarafta onun sesi, onun şarkıları duyulurdu. Sesi güzeldi sanatçımızın, kendisi sesinden daha güzeldi ama. Hayrandık biz ona, âşıktık hatta. Meğer onu da davet etmişler, o da sahne alacakmış o gün. Aman Tanrım! Bu bir rüya olsa gerek.

O daha şarkısını bitirmeden bizim gençlerden bazıları yerlerinden fırlayıp sahneye kanat açtılar. Kıyamet koptu. Korumaları atlatanlar Emel’e koşup sarıldılar, emellerine ulaştılar. Acayip mutlu oldular. Ben ağır abi tavrı takınıp yerimden kımıldamadım ama benim canım da çekmedi değil hani. Emel’i yakından görmeyi başaranlar, biraz müşteki döndüler yerlerine. Yüzü, meğer televizyonda gördüğümüz kadar pürüzsüz değilmiş, dediler. Bunu duyunca rahatladım biraz. Hah işte! Kapitalizm gerçek yüzünü göstermeye başladı, dedim içimden...

Sahneye sonuncu sanatçı davet edildi. O ismi duyunca bir tek ben sevindim sanki. Sevinmek de değil, daha farklı, garip bir his. Tarif edemeyeceğim şu an, ısrar etmeyin lütfen. Peş peşe birkaç türkü söyledi. Söylediği türküleri de bir tek ben dinledim. Sadece bana söyledi sanki. Radyo cızırtıları geldi kulağıma. Öyle bir heyecanlandım ki… Göğsümü yarıp firar etmek isteyen kalbimi zor zapt ettim. Kalbimi zapt ettim ama kendimi durduramadım…

Korumalar rahat pozisyona geçmişti, sahneye kimse koşmayacaktı nasıl olsa… İzzet’e kim, niye koşsun ki…
O zamanlar sporla uğraşmış atletik yapılı gürbüz bir delikanlı idim. Tıpkı şimdi olduğum gibi... Kement bile yakalayamazdı beni. Arkadaşlarımın, korumaların, belki de salondaki herkesin şaşkın bakışları arasında fişek gibi sahneye fırladım. Uzun boylu, koca benli adama ulaşıp yılların biriktirdiği hasretle sarıldım. Kollarımın arasına aldım, sıktım onu, kokladım. Bakışlarımız karşılaştı bir ara, konuşmak istedim, bir şeyler söylemek istedim ama düğümlendim. "Erzurum radyosu…” diye başladığım özne, ortada öylece yapayalnız kaldı. Tutamadım kendimi, ağladım. Yanaklarıma süzülen birkaç damla yaş, sarıldığım siyah ceketin esmer karanlığına temas edip görünmez oldu. 
* * * 
Yurda dönüyorduk. Otobüste kimse oturmadı yanıma. Yurtta sıkıntılı günler yaşadım. Meczup ya da başka olumsuz sıfat taşıyan biri olmalıydım. Fısıltılar geldi kulağıma. "Bayan sanatçılarda kılını kıpırdatmadı, uzun boylu adamı görünce çıldırdı herif. Tuhaf değil mi?” Şüpheli bakışlar gördüm üzerimde, imalı sözler duydum... 
"Yok, yok kesin meczup olduğumu düşünüyorlar canım.” 
Yurtta, "İzzet Altınmeşe’ye sarılan çocuk” olarak nam saldım…
* * * 
Bazı geceler bir ses duyarım hâlâ: "Kalk oğlum, İzzet çıktı!” 
Uyanırım uykudan. Akabinde radyo cızırtıları gelir kulağıma... Yüzümde hüzünlü bir tebessüm belirir… Uzaktaki annemi düşünürüm… 
Bazı geceler…

İyi geceler…

Mehdi Gəncəli

Türkiyə türkcəsindəkı yazı müəllifin facebook səhifəsindən götürülüb və orijinalda olduğu kimi saxlanılıb.